floranatolica
floranatolica
 
Ara Üye girişi DDbtn
-

10 Günde Hİspanya

Gamze Tuncer, 2009

Barcelona / İspanya

Gamze ve Fikret Tuncer'in balayı notları
Bölüm 1. Barselona - Costa Brava - Sevilla Efenim uzuuun istişareler sonucunda kendi beyim Fikret´len balayınımızı İspanya memleketinde geçirmeye karar verdiydik. 8 Haziran sabahı kargalarla birlikte THY ilen Barselona´ya dogru yola çıktık. Ben şeker hostesimize `biz balayına gidiyoz da....´ deyince bize şampanya filan getirdi, ekstra içki taleplerimizi de geri çevirmedi. Böylece kafalar iyi indik Barselona´ya, Fikom ilk iş dumanını tüttürdü rahatladı, ben hemen resim çekmeye başladım. İlk izlenimlerim İstanbul vari bir şehir, nemli ve sıcak, şaane binalar var, otele doğru gidiyoruz. Otelimiz çok güzel, yerleşip atıyoruz kendimizi sokaklara. İlk öğrendiğimiz kelime `hola´, yani merhaba, her konuya bununla girilecek. Barselona Cataluna bölgesinin başkenti imiş, Catalunlar kendilerini İspanyanın geri kalan kısmından üstün görüyorlar, dilleri biraz farklı ve acayip milliyetçiler. Gaudi isimli meşhur bir mimarları var, kendisi ve eserleri ile de pek bi övünüyorlar. Hakikaten de çok uçuk yapıları var. İlk olarak meşhur bitmemiş Sagrada Familia katedraline gidiyoruz. Adamcağız ölmüş lakin katedralin yapımı mimari planına göre halen devam ediyor. Diğer katedrallerden çok farklı, çok muhteşem aynı zamanda çok sevimli, görkemli ama bir çocuğun kumdan kale yapmasını andıran muzip hatlara sahip bir yapı, vitrayları çok güzel. Zaten vitray olayı şehire damgasını vurmuş, binaların çoğunda çok hoş bir hava veren renkli camlar takılı. Sokaklarda yürürken Gaudi´nin eserleri seçilebiliyor, çoğunlukla yuvarlak hatlı absürd binalar. Hediyelik eşya satan dükkanların tamamını Hintliler işletiyor, mafya gibiler. Her şeye yüksek fiyat söylüyorlar, sen pahalı dersen hemen düşüyorlar, vaz geçip kapıya doğru giderken adamlar 5´er 10´ar öyro düşürüyorlar fiyatları, yani pazarlık olayı şart. Efenim sonra şehrin liman kısmı Barcelonetta´ya gidiyoruz. Upuzun bir kumsal, temiz görünüşlü bir deniz, Barselonalılar doldurmuş plajı, güneş var ama akşam üstü esiyo, biz (özellikle ben tabii) tişörtlerimizle üşürken Barselonalıgiller üstsüz, g-stringli filan sereserpe güneşleniyo. Arkada dar ara sokaklar, küçük çıkıntılı demir balkonlu rengarenk evler, balkonlarda balıkçı ağları havlular filan asılı. Tavsiye üzerine bi sokak sandalyeli restorana oturup gurme menüsü istiyoruz. Menü´de türlü deniz böcekleri istiridye filan var. Soğuk biralar, karşıda bissürü tekneli bi marina, Kaçi´nin Sani´nin kulaklarını çınlatıyoruz keyfimiz keka...Bu arada bi TV kanalı gelip Katalan yimağı yiyenleri çekiyoz diye bizi 10 parmak börtü böcek yerken uzuun uzun filme alıyo...derken bende ani bi karın burulması oluyo, tuvalete koşuyorum. Fikoda da bi hareket var ama henüz o iyi. Sona otele koşuyoruz, ben uzun müddet tuvaletten çıkamıyorum, sonra da fiko aynen. Kıssadan hisse yüzde 90 küsür. Katalan deniz böcee Türklerde cır cır yapıyo, ya da biz yanlış yerde yedik. Ertesi gün iyleşiyoruz erkenden sokağa çıkıyoruz. Plaza Catalunaya varıyoruz, art neuvo tarzı binalar var, zaten meşhur bir yere giderken sağda solda bissürü güzel bina var, şehir yeşillik dolu, trafik çok hızlı akıyor, bolca motorsiklet moblet filan var, şöförler bizdeki gibi cevval ama pek korna çalmıyorlar. İstikamet Las Ramblas diye İstiklal caddesi vari bir yer. Burası cıvvıl cıvvıl, çiçekçiler, adım başı müzik yapan tipler, işportacılar...öğlene kadar oralarda takılıyoruz. Dar sokaklar, taş binalar, dar balkonları yine bahçe gibi, sevimli bir mekan. Bizim Ulus´taki hal gibi yarı kapalı envai çeşit yiyecek satılan bir pazar var, her şey taze ve al benili...Öğlene doğru denizcilik müzesine gidiyoruz. İspanyolların ne menem denizci olduklarını, balıkçı ve savaş gemilerini, Kristof Kolomb´un gemilerini, Akdenize ne kadar hakim olduklarını, Osmanlı donanmasına karşı gelmek için ürettikleri devasa ve onlarca kürekçinin yürüttüğü kalyonu, ilk buharlı gemi modellerini, gemi ambarı ortamını geziyoruz. Bahçede bir de tahtadan bi denizaltı var. Ne iş anlamıyoruz. Oradan çıkınca kolomb´un heykeli olan bir meydanda bir kafeye oturup bira ve patatiz çipsi yaptıktan sonra ara sokaklarda kaybolmaya devam ediyoruz. Gotik quarter diye bir yere geliyoruz, burası orta çağdan kalma eski şehir bölümü. Çok güzel bir katedral var, gotik mimari tarzında, vitrayların hastası oluyorum. Katedralin yanında Plaza del Rei (kral sarayı) var. Ara sokaklarda sanat eserleri satan dükkanlar, butikler filan var, fiyatları biraz kazıkça ama seyretmesi güzel ve tabii kafeler ve birahaneler (cervezeria, bira=cerveza, bu önemli bilgiyi gitmeden edinmiştik). Biraz ilerideki meydanda (Plaza San Jaume) belediye sarayını gorüyoruz. Ara sokaklardan birinde Picasso müzesi var. Görmeye değer bir müze, Picasso´nun bir çok resmini ve seramik eserlerini sergiliyorlar. Oradan çıkıp Montjoi diye bir mekana gidiyoruz. Burası şehrin yüksekçe bir yeri, park vari mekanlar ve müzeler var, etnik müze, ulusal sanat müzesi vs. Bir de olimpiyat stadyumu. Buradan tekrar şehir merkezine doğru yürüyoruz, boğa güreşleri yapılan arenayı görüyoruz, restorasyon nedeniyle kapalıymış içine bakamıyoruz. Sonra yine cıvvıl ortam Las Ramblasta meşhur bir restoranda ispanyolların tapas dedikleri mezeler (bizim mezelere benziyor), pajela (çeşnili, domates soslu ve safranlı sanırım pilav) yiyip bira içiyoruz, etrafı seyrediyoruz. Piyasa eylenceli, sokak konserleri eksik olmuyor, konserciler habire öyro topluyor, biraz daha dolaşıp otele dönüyoruz. Bu arada Fiko çat pat İspanyolca anlamaya ve konuşmaya başladı, sinir oldum, ben hala `hola´dayim J Ertesi sabah Barselona´nın biraz kuzeyinde, deniz kenarında bir kasabaya Costa Brava´ya doğru öz costa brava seyahat vari bi otobüsle yola çıkıyoruz. Dabanlarımız mütemadiyen yürümekten ağrıyor...İnternette spain.info adresinde ispanyanın bölgelerine ait resimler var. İspanya sahillerindeki plajların resimlerine baktığımda genelde kıyı şeridinin yüksek binalarla dolu ve kalabalık yerler olduğunu gördüm. Costa Brava´da yüksek binalar olmayan, sempatik Kaş vari kayalıklı bir resim gördüm, o nedenle oraya gitmek istedim. Ama bir sürü küçük yerleşim yerinin olduğu bir kasaba, internetten bulduğumuz otel Platya del Aro diye bir sahilinde idi ve burası da malesef çok verimli çıkmadı. Yine sahilden hemen sonra yüksek binalar vardı ve de işin kötüsü deniz buz gibi hava ise serindi, yani pek deniz keyfi yapılacak bir yer değilmiş. Böylece iki gün biraz tempoyu yavaşlatıp dinlenme ve bar-içki olayına girme fırsatı oldu. Burada çok leziz bi içki sangria´yı keşfettik. Limonatalı, meyveli (içinde meyve dilimleri var), sanırım biraz baharat ve şeker de...buzlu bir kırmızı şarap. Buradan Sevilla´ya gidiş için ayarlama yapmak biraz zor oldu. İki seyahat şirketinden birindeki senyorina panik atak geçirdi ve bu iş çok zor, ben ayarlayamayacam diyerek bizi ötekine yolladı. Ötekindeki senyora ise işlere vakıf ve fakat çok bi eli ağırdı. Planı şöyle yaptık, sabah erkenden Barselona´ya dönüş, orada eşyaları emanete bırakış gün boyu orada takılış ve akşam otel tren diye bişeyle Sevilla´ya gidiş... Barselona´daki son günümüzde yine Gaudi´nin meşhur eserlerini görmeye gidiyoruz. Casa Mila, Casa Batllo ve Guell Parkı Unesco tarafından insanlık kültür mimarisi olarak belirlenmiş. Guell Parkı´nda Gaudi´nin bir zamanlar oturduğu ev var. Yine muzip ve eylenceli hatlara sahip, düz bir şey yok, bacaları çok ilginç, mozaik kaplı ve şapkalı gibi peri bacalarına benziyor. Gaudi müzesinden mozaik tablo yapımı malzemesi aldım, zevkli bi işe benziyor bakalım yapınca göreceğim. Oradan Basilica de Santa Maria Del Mar´ı gezmeye gidiyoruz. Gotik mimaride çok sade ve hoş vitrayları olan kilisede en hoşuma giden şey mihraptaki Meryem ana ve kucağında İsa heykelinin tam önünde küçük bir tekne oluşuydu. Bir düğün hazırlığı var, düğünü bekleyip seyrettik. Ben akrabalardanmış gibi yapıp önde oturmaya çalışırken Fiko beni zorla arkalara çekiştirdi ama yine de görebildik. Güzel bi organizasyondu. Sonrasında atıştırıp biraz biraladık ve trene gittik. Bizim otel tren odası afedersiniz pek küçük çıktı. Ama olsun restoranı şirin, güzel bir akşam yemeği ve sabah kahvaltısı dahil, arada biraz sıkışık bi mekanda uyumak üzmedi. Sevilla Endülüsün başkenti ve çok güzel bir şehir. Bana kalırsa İspanya´nın en güzel bölümü Endülüs. Sevilla baştan aşağı romantik, artistik, sıcak, sevimli çok hoş bir yer. Otel mükemmel, kemerli mağripleri olan bir yarı avlusu var (üstü vitray kaplı), etraf antika eşyalarla dekore edilmiş, oda çok sevimli, dar bir sokağa bakıyor ve merkeze çok yakın. Buralarda Müslüman, Yahudi ve Hıristiyan tarzı mimari karışmış durumda. 12. yüzyılda memlüklülerce cami olarak inşa edilmiş, minaresi 300 küsür yılda 30 küsür katlı Giralda isimli çan kulesine çevrilmiş meşhur bir katedralleri var. Pazar sabah burada güzel bir program olabileceğini düşünerek düşüyorum yola trende uyuyamadığından uykuyu seçen Fikret´i odada bırakarak. Güneşli sıcak bir Pazar sabahı, Arnavut kaldırımı sokaklar Barcelona´dakilerden daha dar, binalar daha kısa ve daha sevimli, dar balkonlar yine bahçe kıvamında, ot kök sarkıyor bide üstelik altları seramik kaplı. Mozaik ve vitraya burada seramik de eklendi. Binaların üzerinde sıklıkla seramik tablolar var, bir de tabii heykeller...pek süslü bi yer...sanki her bina bir sanat eseri, özenerek yapılmış. Katedral yine gotik mimari tarzında yapılmış, içinde bir kaç Şapel´in bulunduğu, aynı anda bir kaç yerde Pazar ayini yapılan devasa bir tapınak. Ben ana bölümdeki ayine girip oturuyorum. Peder bey konuşuyor ben de kendimce dua ediyorum ve sonrasında herkezle beraber oturup kalkarak önceden dağıtılmış kağıtların üzerinde yazan dua şarkılarını söylemeye çalışıyorum gayet duygulanarak...Çıkıp biraz etrafı keşfederek otele dönüyorum. Fikom güzellik uykusundan uyanmış, birlikte Real Alkazar isimli belli bir kısmı halen kraliyet ailesince kullanılmakta olan saraya gidiyoruz. Efenim Reales Alcazares bir Muvahhid emiri tarafından 14. yüzyılda yaptırılmış, Mudejar mimari tarzında (müslümanvari ve hristiyanvari süslemeler iç içe demek oluyor sanırım?) teraslar, çeşmelerle dolu bahçeler, bahçelerde devasa ve kalın kökleri toprak dışına taşan ağaçlar var. Binanın içinde tavanlarda, duvarlarda boş yer yok, her taraf süslemeli. Arapça bir yazı arasına belki de sakıncalı bulunan bir şey kazınarak üzerine kraliyet arması gibi aslanlı bi işaret filan koymuşlar. Seramik süslemeler, oymalı kakmalı tahtalar, desenli perdemsi örtülerle kaplı, büyüleyici bir mekan. Bir kaç gelin-damat görüyoruz, Sevilla´da evlenirken bu sarayı ziyaret etmek adetten heralde. Oradan çıkıyoruz ve biraz hediyeci dükkanlarına bakıyoruz, ara sokaklarda kayboluyoruz. Hava çok sıcak (bi nevi şaane J benim kemiklerim ısınıyor, Fiko´nun dili dışarda) dükkanlar 2 ila 4 arasında kapalı (siesta zamanı!), bir kaç küçük hatıra alıp otele dönüyoruz. Akşam için flemenko rezervasyonu yaptırıyoruz, `El Arenal´ endülüsün en meşhur tiyatrosu imiş, heyecanlıyız. Boğa güreşi arenası yakınlarında olan tükanların, barların ve sairelerin çoğunun adında bi `arena´ muhabbeti geçiyor. Sokak keşfine devam ediyoruz, her köşede bir manastır, bir müze var ve de çok keyifli mekanlar. Akşam üstü katedral civarındaki sokalar cıvvıl cıvvıl, meydan ve avlularda masalar var, etraf portakal ağaçları ile dolu. Biz de şirin bir restorana bir portakal ağacı altına oturuyoruz. Şaane yemekler ve sangrianın ardından çok sempatik garsonumuzun peçete üstüne çizdiği yol tarifine bakarak `El Arenal´e doğru yollanıyoruz. Bir noktada sokağı bulamadığımız için bir grup neş´eli polisimsi şahsiyete yol soruyoruz. Adamlar dut gibiler, gülerek ve taklit ederek `flamenko haaa....?´ diyorlar ve hadi bakalım iyi eylenceler der gibi bişeyler diyip yolu tarif ediyorlar. Burda akşamları herkes içip pür neşe oluyor herlade. Programdan yarım saat evvel hevesli şahıslar olarak kapıda ilk sırayı alıyoruz, binanın girişi yine renkli bir dekorasyona ve hoş detaylara sahip, lambalar ve dikey kısımları seramik kaplı tahta merdivenler dikkatimizi çekiyor. Esas flamenko gösterisi çok eylenceli, azımız bi karış açık seyrediyoruz, mağrur yüz ifadeleri, el ve ayak figürleri çok hoşumuza gidiyor, ben seyircileri sahneye filan davet edip denetirlermi acaba filan diye umutlanıyorum, kıpır kıpır oturduğum yerde ama olmuyor. Çıkışta hızımı alamadığımdan topuklarımı yere vurup yanık sesle `haaaeeeeyyooo...´ diyerek denemeler yapıyorum Fiko´nun `hey alllaaam, ben neettim, kimle evlendim´ bakışlarına nazır. Ertesi gün gündem yoğun, önce katedrali ve Giraldayı detaylı geziyor ardından nehir kenarına yürüyoruz. Boğa güreşleri yapılan arenaya gidiyoruz, ziyaret paralı (bu arada her turistik mekan girişi bi kaç yuro, bu sayede baya yuro götürüyolar) kapıdan şöyle bir bakıp geçiyoruz orayı, zaten boğa güreşi seyretme niyetimiz yok. Nehir kenarında şehri koruma amaçlı yapılan Torre del Oro diye bir kule var. Mağribi dönemde savunma surlarının bir bölümünü oluşturmuş, bir gözetleme kulesi. Gemileri uzaktan görünce geçemesinler diye buradan karşıya demir gerilirmiş. Kulede bulunan denizcilik antikaları ve haritaların sergilendiği müzeyi Pazartesi itibariyle kapalı olduğundan gezemiyoruz. Oradan uzuuun bir yürüyüşle Plaza de Espana´ya gidiyoruz. Buranın pek bi esprisi yok, öyle bir meydan ortada havuz var ama pek neşeli bi yer değil, orayı çabucak terk edip başka bir saraya Casa de Pilatos´a gidiyoruz. Burası da yine Mudejar mimarisinde. İlk Tarifa Markisi Filistinin mimarisine büyülenmiş ve burayı o tarzda inşa ettirmiş. Bugün bir bölümünde Medinaceli Dükü yaşıyormuş (dükü görmedik ama kitapta öyle yazıyo), çok güzel bir saray. Bir de ilginci mitolojik şahısların heykelleri var içerideki avluda. Real Alkazarda da olduğu gibi burada da bir şapel var...Çıkıp yine ara sokak kafelerinden birine oturup bira ve payela atıştırıyoruz, görmeyi planladığımız son iki yer olan Iglesia Magdalena basilicası ve Museo de Bellas Arets´e doğru artık harita ve şehri çözdüğümüz için ara sokaklardan hızla yürüyoruz. Kilise kapalı nedense, müze de malesef yine Pazartesi itibariyle kaput. Hemen otele dönüyoruz, zira güneş çarpması olmuşuz. Biraz bayıldıktan sonra son akşam için dışarı çıkıyoruz. Biraz daha hediye almak için dolaşıyoruz. Lakin öğleden sonra sıcak nedeniyle kapalı olan dükkanlar, aksam 8 itibariyle yine kapalı, tam sefa adamı bu Endülüslüler. Biraz daha ara sokak gezip bir kez daha Sevilla´ya bayılıyoruz. Yine portakal ağaçlı bir meydanda sangria eşliğinde taze balık yiyoruz. Yemekten sonra kahve içmek için bir yere oturuyoruz. Garsonumuzla Fiko İspanyolca görüşüyorlar, derken içerden adama Ömer diye sesleniyorlar, meğer kendisi oralı bir Müslümanmış, zaten bizim de doğulu (Türk, İran? diye sordu) anlamış kaştan gözden...Selamın aleyküm, şükran cezire filan diyoruz. Bize şeri likörü ikram ediyor...Ehlem ve sehlem le ayrılıyoruz...Sabah AVE denilen hızlı treni yakalayıp göremediğimiz için içimizde kalan Cordoba üzerinden Madrid´e yollanıyoruz....