floranatolica
floranatolica
 
Ara Üye girişi DDbtn
-

Tunceli Gezim

Bilge Gülsoy, 2015

Tunceli / Türkiye

Haziran´2015 ayında katıldığım fotoğrafçılık eğitiminden aklımda kalan bir tümce tam da bu gezim için söylenmişti sanki. ` Zihne düşen, ele de düşer ! ` Hayalimdekileri zaman zaman listelerim. Hangi hayal listemde olduğunu hatırlamasam da, yazdığım hayal tümcesi çok net zihnimde: Ülkemi kasaba kasaba tanımak. `tanımak´, çünkü sadece bu kasaba nasıl bir yer? Sorusu yerine `bu kasabada insanlar nasıl yaşıyor?´ sorusunun yanıtını bulmak, beni doyuran tarafı gezilerin. Tam da bu hayal tümcenin tanımına uygun bir gezi olacaktı! Gezi programını aldığımda sezgilerim öyle diyordu. Ülkemin daha önce gitmediğim bir köşesini görecektim, en önemlisi de insanlarını yerinde tanıyacaktım. Ankara´da bir Tunceli-Pülümür´lüğü tanımaktan farklı bir şey Tunceli´de Pülümür´lüyü tanımak. 30 Haziran 2015 sabahı saat 6:00´da buluşma yerine geldiğimde, çok heyecanlıydım. Heyecanımı belli etmemek için resmen özel çaba gösteriyordum. İki özel araçla yola çıktık. Rehberimizin titiz çalışmaları sayesinde hepimiz bölge hakkında bilgilenmiştik önceden. Araçların birisinde sürücü yardımcısı rolüm heyecanımı örtmemi kolaylaştırdı. Güncel bir karayolu haritası vardı arabada. Cep telefonumdaki `yol gösterici´ uygulamasına inat, haritayı açtım. Yol güzergahındaki bazı noktalara daha önce değişik nedenlerle gitmiş olsam da, ilk durağımız Erzincan Gırlevik şelalesine kadar ki araba yolculuğu da bir keşifti benim için, belki de kendime yaptığım keşif yolculuğuydu. `Tam da üniversite sınav sonuçları açıklanacak, tek çocuğunun yanında olamayacaksın, kendi başına `tercihlerini´ nasıl oluşturacak derken buluyordum kendi kendimi. İlk kez, yaşamındaki önemli bir noktada oğlumun yanında olmamayı seçmiştim. Anne olarak suçluluk duygusunu bir kenara bırak ve yaşadığının/seçiminin keyfine odaklan diyen iç sesimi dinlemek için kendimi zorluyordum. Başardım da. Ankara´da Samsun yoluna çıkınca arabanın da karnını doyurduk. Kırıkkale, Yozgat, Sivas içinden geçtiğimiz şehirler oldu. İki araba birlikte yolculuk yapmayı deneyimliyorduk ayrıca. Gezi ekibinin uyumu da, keyfi de iyi görünüyordu. Ramazan nedeniyle öğle yemeği molasını Sivas´ı geçtikten sonra verdik. Erzincan ovasına ulaştığımızda, yol boyunca gördüğümüz coğrafyadaki değişikliklere bir yenisi eklendi. Dağları geride bırakıp dümdüz bir ovaya ulaşmıştık. Erzincan merkez ilçeye bağlı Gırlevik şelalesine varınca yolun sıcağı, çağlayandan gelen su damlacıklarının serinliğine bıraktı yerini. Ankara´da yağmurlu serin havalar doğuya gittikçe ısınmıştı ama bedenlerimiz henüz sıcağa uyum sağlamamıştı. Bunaldık. Şelaleyi gezip akşam yemeğini orada yiyecektik. Ardından da Pülümür´e geçip Yurt Otelinde konaklayacaktık. Şelaleye karayolundan çıkarken bu özel doğa parçasının içinde 4-5 katlı `modern TOKİ´ binalarını görmek gerçekten şaşırtıcıydı. `Bu kadar mı?´ dedirten şaşkınlık. Suların tepeden akışını seyrederken tepede nelerin olduğunu keşfe çıkacaktı ekip. Tepeye çıkışın zorlu bir başlangıcı vardı bana göre. Ben burada sizi beklerim dediğim noktada bir kol uzandı bana. `Tutun Bilge, birlikte çıkarız!´ dedi. Bana uzanan bu destek çağrısına duyduğum minnet, tepeye çıktığımda katlandı. Öyle güzeldi ki anıt söğüt ağaçlarının birbirine sarılışı, sofora çiçekleri, mahlep meyveleri, debi ölçüm deneyimleri. en önemlisi de tam o noktada oğlumdan gelen sevinçli sınav sonuç bilgisi. Artık rahatlamıştım. Kendimi tümüyle yolculuğa bıraktım. İçi boşalmış bir söğüt ağacının gövdesinden kopardığım mantarımsı parça ile çocukluk günlerime gittim. Parçanın ucundan başlattığım közü üfleyerek ilerletme oyunu onlarca yıl sonra bana çok iyi geldi. Şelalenin tepesine çıktığımız yönün tersinden inişe geçtik. Yolumuz üzerinde `Kırklar Türbesi´ni ziyaret ettik. Yerelde böyle yerlerin adının `ziyaret yeri´ olduğunu öğrenince, özgür bırakılsa Anadolu´nun aslında `kendine´ ne kadar iyi sahip çıktığını bir kez daha anladım. Türbenin bahçesindeki yaşlı bir dut ağacıyla da merhabalaştık ayrılmadan.. İnişte köye yaklaşıyorduk. Köydeki evlerin birbirinden uzak oluşu, farklı bir yapılanmaydı benim için. Dağlık alanda yerleşmek için yer ararken evler ancak bu kadar yakın olabilirdi. Çevredeki bitkiler, ağaçlar, köyün içine indikçe bahçelerdeki meyve ağaçlarına ve ağaçları yetiştiren insan seslerine bıraktı yerini. İç Anadolu´nun ortasındaki köyümden hiç ayrılmamışım gibi duyumsuyordum, yabancılaşacağımı beklerken. Hava kararmadan yemeğimizi yiyip, Pülümür yolunu gün ışığında göstermeyi planlamıştı rehberimiz Mustafa Bektaş.. planların akışta güncellenmesine ses çıkarmadı neyse ki. Hepimiz çok keyifliydik. Yaklaşık 11 saat süren yolculuktan sonra gördüğümüz güzellikleri özümsemeyi seçtik sanırım. Daha fazla güzellik için hazırlanıyorduk. Pülümür´deki otelimize geldiğimizde saat akşam 10 olmuştu. Odalara çıkmak benim gibi ağır taşıyamayanlar için zorlayıcı olsa da odaların yalınlığı ve temizliği yüzümüzü güldürdü. Sabah erken kalkıp gezi etkinlik listesinin yoğunluğunda akacaktık ama kimse uyumak istemiyordu. Uyku, beni yaşadığım `hayal rüyası´ndan uyandıracakmış gibi geliyordu. 1 Temmuz 2015 günü gezinin ilk durağı Tuzlalardı. Pülümür´de olacağına hiç olasılık vermediğim, cahilliğimin örneğiydi tuz üretimi. Gezi ekibi ise Tuzla´ya şöyle bir baktı yukarıdan ve çevresindeki bitki örtüsünün içinde kayboldu. Burada adını bildiğim ağaçlar arasına ahlatı ekledim. Yoğun etkinlik listesini nasıl tamamlayacağız diyordu rehberimiz. Yerel rehberimiz İsmail Yoleri, şaşkın şaşkın bizim ekibe bakıyordu. Bir ara o da kendini kaptırdı.. adını bilmediği ve güzelliklerini görüntülediği bitkilerin adını öğrenmeye çalışıyordu ekipteki uzmanlardan. Yönümüzü yeniden Pülümür-Tunceli tarafına çevirdik. Pülümür çayı vadisince uzanan yolda ilerlerken sarp kayaların zirveye yakın bir yerinde yavrusu ile dolanan dağ keçisini gördük, görüntüledik. Bundan sonraki durağımız Akkoyunlu mezar taşlarıydı. Pancılas (Çakırkaya) köyünün içinden geçip gidecektik. Yolda bize başka bir dağ keçisi ailesi ile gökyüzünde kartal/kerkenez kardeşliği eşlik etti. Örneklediğimiz adaçayı tür sayısı da artıyordu. Yaşasın, fark etmeden öğreniyordum. Seyir yerlerinde doğanın görkemini içime çekiyordum. Su almak için durduğumuzda Pancılas köyü sakinlerinden bir aile ile sohbet ettik. Ankara´dan gelmiş ve yakınlarımı ziyaret ediyordum sanki. Evin anası Hatay Halanın başlangıçtaki umursamaz ve güvenmez hali biraz sohbetle, sevgi dolu ev sahipliğine dönüştü. Ertesi gün ekibin buzul gölü gezi planları yapılırken yerel yürüyüşçülerle, Hatay Hala ile daha ne çok şey paylaşacağım ertesi gün diye seviniyordum. Aramızdaki özlem giderilmemişti henüz. Akkoyunlu mezar taşları, Ermeni mezar taşları ve günümüz mezar taşları. hepsi bir arada kardeş kardeş duruyordu. Bilge, bunca okumuşluğuna ayıp, ülkende sadece sana öğretilenleri öğrenip neden daha derin araştırmalar yapmadın dedirtiyordu yaşadıklarım. Rehberimizin gezi öncesinde sağladığı bilgileri okumuştum iyi ki. Hafifletici unsur sayılır mı? Bir sonraki ziyaret ettiğimiz yer Zağge şelalesiydi (Zenginpınar Şelalesi).Buraya neden geldik dedik, oradaki çirkin yapılaşmayı görünce. Yolda `Ağlayan Kayaları´ da gördük ama varsa öyküsünü henüz öğrenmedim. Kutudere mesire yerine ulaştığımızda çoğumuz Pülümür çayı sularının kenarında uzanıp kalmak istedi ve ekibin en gençleri!!! dışındakiler kaldı da. En gençlerimiz, ayağımızı sokmakta zorlandığımız suda önce yüzdüler; sonra çıkıp çevredeki dağlarda yeni keşiflere çıktılar. Günün etkinlik listesinde yer alan diğer kalemler askıya alındı. Suyun içindeki masalarda yorgunluk atıldı, serinlenildi. Akşam yemeğinde Pülümür çayından yakalanmış bir balık menüsü kararı alınınca Gersunut(Ardıçlı) köyü meydanında yakılacak kamp ateşi etrafında saz-türkü dinleme fırsatını kaçırmış olduğuma üzüldüm. Pir Sultan Abdal dergahı, Gelin Odaları, Hanım köprüsü sadece listede kaldı. Belki de bir güne bu kadar çok yer sıkıştırılmamalıydı. Akşam yemeğinden sonra Pülümür´de dolunay ışığında Arapkızı siluetini görecektik. Bu siluet konusunda ekip arkadaşımız Salih Usta, Pülümür Belediye Başkanı Müslüm Beyin evinin bahçesinden dağa bakıncaya kadar ikna edilemedi. Doğrusunu söylemek gerekirse ben de benzetememiştim ilk gözlem yerinde. 1500 kişilik nüfusuyla Pülümür, birbirinden bağımsız görünen mahallelerden oluşuyor. Gençler son derece modern; yapacak bir şey yok derdiyle dolu oldukları bakışlarından anlaşılıyor. Belki de onlara ne tür zenginliklerin üzerinde olduklarını göstermek gerekli. Pülümür´den yurt dışına göçmüş, şimdi memleketine destek vermeye istekli kişilerin kurduğu tesisler, belediye başkanının fark yaratmak isteğini gösteriyor. Dayanışma, var olan kaynakları etkin kullanma modeliyle daha pek çok güzelliğe imza atılacağına inanıyorum oralarda. 2 Temmuz 2015 günü Nav/Buzul gölüne yapılacak yürüyüş için kumanya alışverişi yapıldı. Keyifli bir uykunun ardından ekibin iki kadın üyesi bizleri Hatay Halanın kuzine sobasının başında bırakıp, keşfedilmemiş bölgelere yerelden katılımla yürüyüş başladı. Akşama Pancılas restaurantta `babuko´ yiyecektik. Yerel lezzetlerle tanışmak beni çok heyecanlandırıyordu. Köyde kalan Gülcan ve ben, öncelikle biraz daha dinlenmek, ağaç gölgesinde uyumak istiyorduk. Ayrıca oradaki yakınlarımıza hal hatır sormaktı amacımız, öğrenmekti. Bir gün önceden Hatay Hala ile iletişim başladığı için Hatay Hala rahattı. Kahvaltı sofrasında tulum peyniri ve kendi yaptığı ekmeğini sundu bize. Sohbet sohbeti açtı. Tek kızı Almanya´da yaşıyordu. Kim götürürdü ki onu, oraları görmeye. 93 ya da 94 yıllarında uzaklaştırıldıkları köylerine dönebildikleri için çok mutluydu. Büyüttüğü iki yeğeninden erkek olanı, yaşamını da orada kazanmak isteyen bir genç. Kazanıyor da. Beş aylık hamile eşiyle söyleştik, kahveler içtik. İzmir´de yaşarken eşiyle birlikte Pülümür´de yaşamayı seçen saygıdeğer kadın. aynı zamanda Pülümür´de bir restaurantta çalışıyor. Sevginin, dayanışmanın gücüyle yapılanlara ne güzel örnek oluyor. Buzul gölü keşfi uzayınca Gersunut hayalim yine gerçekleşmedi. Pülümür´e geldiğimizde Buzul gölü kaşiflerinin ancak yemek yiyecek güçleri kalmıştı. Akşam yemeğinde Pancılas restaurantta gördüğümüz tek eksiklik pilavın soğuk gelmesiydi. Yorgunluğa rağmen Belediye Başkanının evinin bahçesinde çayımızı içtik ve Arapkızı silueti konusunda Salih Usta´yı ikna edebildik. Ertesi sabah Tunceli üzerinden Ovacık´a geçecektik. Yurt Otelde son gecemizdi. Ben o kadar dertlenince rehberimiz Gersunut köyü ziyaretini Tunceli öncesine aldı. Ermeni mimarisi hakim evlerin, insan gücüyle nasıl yıkıldığını yolumuz üzerindeki pek çok köyde gördük. Taş duvarlar toprağın içine gömülmüş ya da bir top ateşiyle darmadağın edilmiş evini terk eden hane halklarının ne hissettiğini duyumsamak zor değildi! Geri dönmek de yasaktı. Gerillaya ekmek verdiği için askerin tartakladığı, ekmek vermediğinde aç kalacak çoluğu çocuğu.. güveneceği hiçbir dalı yok. Bakışlarındaki korku ve güvensizlik delip geçiyor yüreğimizi. Sohbetlerde bu kızgınlık niye, çok kincisiniz! Demek geçti içimden başlangıçta. Derinleşince konular, şimdiki durumlarının çok bile sevgi dolu olduğunun ayırdına varıyorsun. Bizlere, gazel okumak, ezberletilen politikaları benimsemek ve hep öteki olarak görmek düşmüş sanki. Utanıyorum gerçekten. Öğrenmek, araştırmak, diğer bakış açılarından bakmayı istemek bu kadar mı zordu? Gersunut köyü meydanındaki kavakların gölgesinde, bizim için hazırlanmış çayı yudumlarken, geçici konutlarda yaz boyunca oturan Mustafa Bektaş´ın yakınları ve köylüleriyle tanıştık. Erdal Duman´ın ürettiği ballardan tattık. Ercan Duman´ın saz dinletisini bir dahaki sefere öteledik. Tunceli´ye giderken, vadide ilerliyorsunuz. Kar tünellerine ilk kez tanık oldum. Yoldaki vahşi manzarayı hep belleğimde canlı taşıyacağım. Doğayla bir olmanın davetiydi benim için bu manzaralar. Manzaranın doğallığını bozan, doğaya saygısızlık gösteren en önemli şey `kalekol´lardı. Uyumsuzluk göstergesiydi onlar. Tunceli merkeze girişte hem araba hem de insan kalabalığı karşıladı bizi. Arada tankları da gördük. Sanki bize dayatılanları/söylenenleri doğrulayan bir şeyler yaşanmıştı biz gelmeden hemen önce. Biraz daha ilerlediğimizde cemevinden dağıldığını fark ettik insan selinin. Bir cenaze töreniydi ve çok sevilen birinin uğurlandığı/kaybedildiği belliydi. Her yerde Dersim´e hoşgeldiniz yazıyordu. Başka bir ülkede miydik, geçmişe yolculuk mu yapmıştık? Neden adının değiştirilmesi için birlik olup güç oluşturulmuyordu? Burada da örgütlenme eksiği mi var dedirtiyor insana. Şehir merkezinde kısa bir tur attıktan sonra Munzur kıyısındaki Celal Doğan tesislerinde nefis bir öğle yemeği yedik. Bölgeye özel lezzetin adını not almadığım için hatırlayamadım. Munzur vadisi milli parkının içinden geçerek iki gece konaklayacağımız Ovacık´a hareket ettik. Yolda Ana Fatma ziyaret yerine uğradık, sodalı suyundan içtik. Karşılar köyündeki 1938 olaylarının yaşandığı kayalıklar, halklara neler çektirildiğinin kanıtı olarak karşımızdaydı. Halbori gözeleri, kızılağaç meyvelerinin öğretmenlerim tarafından bana dut olarak yutturulmaya çalışıldığı yer olarak belleğime yerleşti. Neden buralarda bir bozkır çocuğu olarak el gibi hissetmiyorum? Suyun akışında kendimi bırakıp, suyla bir oldum zaman zaman. Hedefimiz Munzur gözeleriydi. Munzur gözeleri tam bir doğa harikası. Aynı zamanda Munzur Baba ziyaret yeri. Gözelere ulaşmak için o kadar çok mangal dumanı soluyacağımı söyleseler inanmazdım. Bu görüntünün düzeltilme gereksinimi var bence. Suyun gücüne teslim olmamak zordu. Saatlerce oturup su sesinin içinde kaybolabilirsin. Bir ara kenarda suyun soğukluğuna baktım. Çok kısa sürede dondurucu olabilirdi. Hafta içi olmasına rağmen kalabalıktı. Ovacık içinden geçerek gözelere ulaşılıyor. Kalacağımız Elbaba kampinge dönerken, yolda sürüsünü ahırına götüren kadın çobanlar gördük. Hepsi de çok moderndi. En güzel kadın keçi çobanı Eda ise 8-9 yaşlarındaydı, Hozat´tan Tunceli´ye giderken görüntüledim. Elbaba kampingdeki akşam yemeği menüsünde kırmızı benekli alabalık vardı. Balığı yerken, nesli tükenmekte olduğu için bu balığın avlanmasının yasak olduğunu öğrendik, lokmalar boğazımıza dizildi. Elbaba kampingde yemek sonrası kamp ateşinin etrafında saz çalınıp türkü söylendi. Sonunda istediğim olmuştu. Kampingin diğer konuklarıyla da bağ kurma fırsatı oldu bu anlar. Ertesi gün Kırk Merdivenler şelalesine yürüyüş vardı, öğleye kadar sürecekti. Yerel rehberimiz Haydar da katıldı yürüyüş ekibine. Öğleden sonra ise Mercan vadisine gidilecekti. Ekibin kadın üyeleri bizler sabah yürüyüşüne katılmadık. Ovacık´ta araştırma yapmak, halkla söyleşmek için plan yaptık. Ovacık´ta bilgi toplarken, Işgın yedik, çarçur mantarı ve bıcıkaşir (babukonun diğer adı) hakkında bilgi aldık. Cuba Cafe sahibi Deniz beyin desteği inanılmazdı. O gün akşam yemeği için Cuba Cafeye gelecektik. Yemekte bize Ovacık Belediye Başkanı eşlik edecekti. Gülcan ve ben, yürüyüşten dönen ekibi karşıladık, birlikte Mercan vadisine yöneldik. Mercan vadisinin epey önce yapılan bir HES nedeniyle suyu azalmış, bitki örtüsü canlılığını yitirmişti. Mola için durduğumuz noktada dişbudak ağaçlarına özel bir biçimde zarar verildiğini gösterir kanıtlara rastladı ekibin uzmanları. Rehberimiz Haydar bizi Mercan vadisinden sonra dayısının köyü Cevizlidere´ye götürdü. İyi ki de götürmüş. Dayı İstanbul´da yaşayıp yaz aylarında çadır kurup köyüne dönüyor. Ceviz ağaçlarının arasında çalışıyordu biz köye vardığımızda. Tepedeki çadırlarının önünde bize çay ikram ettiler ve 1994 yılının sonbaharında Cevizlidere köy muhtarı olarak köylerinin nasıl boşaltıldığını , 10 dakika içinde boşaltılması istenen evlerin nasıl yakıldığını anlattı. Gel de ikram edilen lavaş ekmeği ve peyniri geçir boğazından. Dayı 12 Eylülde gördüğü işkence nedeniyle bedeninin sol tarafında oluşan titremeye engel olmak için özel çaba gösterirken, yeniden o anları yaşadı. Nereye gidecekleri, nasıl gidecekleri söylenmeden ortada bırakılan ailelerden birisiydi sadece dinlediğimiz. Ne diyeceğimi bilemiyor, yalnızca yutkunabiliyordum. Akşam yemeğinden sonra bize katılan Ovacık Belediye Başkanı ile uzun uzun söyleşildi. Bu söyleşi notlarını ayrı bir yazıda derledim. Artık dönüş yolculuğumuz başlıyordu. Ovacık´tan Hozat´a, oradan da Pertek´e geçecektik. Hozat farklı bir enerjiye sahipti. Tunceli şehir merkezi eskiden Hozat´mış. Hozat´ta rehberimizin cep telefonunu Ovacık´ta bıraktığımızı fark ettik. Bir araba Tunceli´ye, diğer araba Hozat´tan Pertek´e yöneldi. Pertek´te buluştuk. Ben Tunceli´ye giden araçtaydım. Tunceli´ye ikinci gezimi de yapmıştım :)) Pertek´e doğru giderken coğrafya belirgin bir biçimde değişmeye başladı. Meşe ormanlarından çıplak yükseltilere geçiş yaptık. Eskiden Elazığ´ın ilçesi olan Pertek, Keban baraj gölünün oluşmasından sonra Tunceli´ye bağlanmış. Pertek şehir merkezinde kısa bir tur attıktan sonra Pertek Termal Otele giderken yolda su altında kalacağı için taşınan camiyi gezdik. Termal otelde `sırım´lı öğle yemeğimizi yedikten sonra tekne ile Pertek kalesine geldik. Kaleye tırmanmak için çok sıcak bahanesiyle teknede kaldım. Misina ile balık avlayamasam da sabırla beklemeyi deneyimledim. Kaleden ekip döner dönmez otelde sütlaçlarımıza yumulduk, ardından da Elazığ´a geçmek için feribota bindik. 20 dakikalık su üzerindeki yolculuktan sonra Elazığ, Malatya, Kayseri, Kırşehir ve Kırıkkale üzerinden Ankara´ya ulaştık. Diğer araç ise Urfa üzerinden Ankara´ya geçmeye karar verdi. Onların Elazığ sonrası deneyimlerini henüz dinleyemedik. Merakla bekliyorum. 6 Temmuz 2015 saat 04:20 de Ankara´daki eve ulaştım. O saatte Polatlı´ya uzanmayı gözüm yemedi. Tadı damağımda kaldı anlayacağınız. Aynı ekiple nerelere gidilmez ki.